BÖLÜM 1: BUZ MAVİSİ
Kendimi bu dünyaya ait hissetmiyordum.
Bu dünya için doğmamıştım. Başka bir yere ait, buraya zorla getirilmiş gibiydim.
Ciğerlerime çektiğim her nefes bu dünyaya ait olmadığımın altını çiziyordu. Damarlarımda akan kan tenimden fışkırıp toprakla buluşmak istiyordu. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki, göğsümden çıkıp sesini duyurmaya çalışıyordu.
“Buradayım!” diye bağırdığını duyuyordum. “Beni fark edin! Buradayım!”
Bedenimdeki her hücre her organ, sesini duyurmak için çaresiz bir savaşa girmişti. Dudaklarımın arasından asla çıkmayan, zihnimdeki parmaklıklar ardında yaşayan kelimeler öfkeliydi. Susmak bilmeyen düşüncelerim sesimle birleşip insanlara ulaşmayı diliyordu.
Kendimi ait hissetmediğim bu dünyada birçok şeyi iyi yapıyordum ama içlerinden en iyi yaptığım şey: Susmaktı.
Sessizlik, benim silahımdı.
Sessizlik, benim kalkanımdı.
Onunla bir insanı öldürebilirdim. Beni öldürmek isteyen herkese karşı onunla kendimi koruyabilirdim.
Alışmakta zorlandığım soğuk, bedenimi titretirken omuzlarımdaki kürkün kenarlarından çekip onu bedenime daha sıkı sararak pencerenin yanına ilerledim. Gökyüzünden yere doğru düşen kar tanelerini izlerken pencerenin kenarına beyaz, minik bir kuş kondu. Tiz sesi pencereye rağmen bana ulaşırken yüzümde bir tebessüm oluştu.
Benden yardım istediğini düşünerek pencereyi açtım. Titreyen parmaklarımı ona doğru uzattığımda sesini yükseltti. Tedirgin bir şekilde ellerimi geri çektiğimde birden fazla kuşun sesini duymaya başladım. Başımı kaldırdığımda karşımda duran ağacın dallarında üç kuş daha gördüm.
Hepsi aynı anda cıvıldarken bir şarkıyı beraber söyleyen arkadaşları andırıyorlardı. Pencereme konan kuş arkadaşlarının yanına uçup onlara eşlik ettiğinde göğsümde bir sızı hissettim.
Kalbim, “Kuşlar bile sesini saklamıyor!” diye bağırdı.
Sağ elimi kalbimin üstüne koydum. Kürkün tüylerini okşarken kalbimin sesini kısmaya çalıştım. Eğer konuşmaya devam ederse minik bir kuşu kıskandığım için ağlayacaktım.
“Pencereyi kapat, Megan!” Annemin sesi beni kendime getirdiğinde pencereyi kapatıp sırtımı soğuk cama yasladım. “Oyalanmayı bırak! Bu davet için hepinizi en iyi hâlinizde görmek istiyorum.” Annem öfkeli bir şekilde yanıma yaklaşırken elinde tuttuğu korseyi havaya doğru salladı. “Eğer bir kez daha bu oda dışında korse giymediğini görürsem canını yakarım.”
Elime tutuşturduğu korseyi sarayın bahçesine fırlatmak istedim. Bir makas alıp un ufak oluncaya kadar kestiğimi hayal ederek gülümsedim. İnsanların hakkımda ne düşündüğünü umursamadığımı, sadece kendim için giyindiğimi söylemek yerine susmayı tercih ettim. Çünkü konuşmak, susmaktan daha çok canımı yakacaktı. Daha önce birçok kez annem ve onun gibi düşünen diğer kadınlarla sonu gelmeyen tartışmalara girdiğim için tecrübeliydim.
Ablam Carla, yanıma gelip elimdeki korseyi aldı. Omuzlarımdaki kürkü koltuğun kenarına bırakıp korseyi bedenime dolarken sessiz kaldım. Korsenin iplerini sıkarken canım yanıyordu. Carla yılların getirdiği bir alışkanlıkla dakikalar içinde korsenin ipini bağladı. Kendi işlerini halletmek için odanın diğer tarafına gittiğinde camdan uzaklaşıp aynanın karşısına geçtim.
Belimi sıkan korsenin oluşturduğu kıvrımda parmaklarımı gezdirirken nefes almakta zorluk çekiyordum. Dışarıya doğru genişçe açılan ve kumaşın her yeri dantellerle süslü olan eteğimin asıl amacını bilmek canımı sıkıyordu. Bir kadının rahat hareket etmesinin gerekli olmadığını düşünüyorlardı. Ölçülü adımlarla zarifçe yürüyen bir kadının ihtiyacı olan şeyler uzun bir etek ve belini ince gösteren bir korseydi. Erkekler gibi at binmediği, kılıç tutmadığı, bacaklarını açarak oturmadığı için bu kıyafetler bir kadına yeterliydi.
Aynadaki yansımada bedenimi baştan aşağıya incelerken bir şey farkettim. Asıl amaçları zaten buydu. Kadınların rahat hareket etmelerini istemiyorlardı. Davranışlarımızı kısıtlıyor, bizleri yönetiyorlardı.
İçime derin bir nefes çektiğimde ciğerlerime dolan hava korseye sıkıştı. Bu ülkede nefes almamıza bile izin yoktu.
“Megan! Oyalanmayı bırak!” Annemin dudaklarının arasından kendi ismimi duyduğumda aynanın karşısından ayrılıp stres içinde oturan kardeşime döndüm. Buz Krallığı'nın soğuk sarayına adım attığımız günden beri titriyordu. Bunun sebebi havanın geldiğimiz yere göre soğuk olması değildi.
Yakın zamanda Buz Krallığı'nın başına geçecek bir veliaht prensle evlenecekti.
Korku dolu gözlerle etrafını inceleyen kardeşimin yanından geçip odanın diğer ucundaki Carla’nın yanına gittim. Arkasından yaklaşıp omzuna doğru, “Korsemin iplerini çözer misin?” diye fısıldadım.
Bana tedirginlikle baktıktan sonra gözleri odanın içinde koşturan anneme döndü. “Bizi öldürür.”
“Biz onun kızlarıyız.” Yalvarırcasına gözlerine bakıp bana yardım etmesini bekledim.
Carla, “Sorun da o zaten,” dediğinde gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Kolumdan tutup sırtımı kendine çevirdi ve korsenin iplerini açmaya başladı.
Annem ve babam defalarca kez denemesine rağmen hiçbir zaman erkek çocukları olmamıştı. Annem üç tane kız çocuğu doğurduktan ve beş tane düşük yaptıktan sonra bir kez daha denemeye karar verip ikiz kardeşlerimi doğurmuştu. İki yeni çocuğu olmasına rağmen yine mutsuzdu. Çünkü onların da cinsiyeti kızdı.
Aslında babam beş tane kız çocuğu olduğu için övünür ve her zaman bize destek olurdu ama işler annem için aynı değildi. Konu çocukları olduğunda bir suç işlemişiz gibi bizim adımıza utanırdı. Eğer gökten bir melek inseydi ve bir dileğini gerçekleştireceğini söyleseydi, annem kesinlikle beş tane kız çocuğu yerine bir erkek çocuğu dilerdi.
“Megan Maureen Sheran!” Annem adımı haykırarak odanın içine çığlığını bıraktığında gözlerimi devirdim. Eğer size isminiz ve soy isminizle sesleniyorsa konu ciddi demekti. “Korseni çıkaramazsın!”
Carla korsenin iplerini tamamen çözdüğünde, önümde toplanan kumaşı tutup korseyi bedenimden uzaklaştırdım. Anneme doğru, “Bunu takmak zorunda değilim!” diyerek isyan ettim.
“Burası bizim evimiz değil! Kendi kurallarını kendi evinde uygula!” derken öfkeli bir şekilde elimdeki korseyi aldı.
“Dün gece de korse takmadım ve kimse fark etmedi. Sadece fazla abartıyorsun.” Onun yanından uzaklaşıp ikizlere doğru yürüdüm. Aslında annemden değil korseden kaçıyordum.
“Bayan Aisha’nın sana olan bakışlarını görmediğin için böyle konuşuyorsun. Baloda korse giymeyen tek kadın sendin!” Dün gece sarayda büyük bir davet vardı. Etkinlikler, prens evlenmeden önce başlamıştı.
“Leydi Aisha, ne zamandan beri Bayan Aisha oldu?” Kaşlarımı çatarak Carla'ya baktım.
Annem korseyle yanıma doğru ilerlerken, “Kocasından boşandığında,” dedi.
“Bu çok yanlış.” Annem korseyi bedenime tutarken yakında evlenecek olan kardeşim Nancy’ye baktım. “Bir kadın, hiçbir unvanı yokken bir adamla evlendiği için leydi olabiliyor. Düşünebiliyor musun? Sadece evlendiği için! Oysa hâlâ aynı kişi ama önemli olan kocasının kim olduğu.”
Annemin elindeki korseyi alıp bir kenara fırlattım. “Herkesin senelerdir leydi diye hitap ettiği bir kadın sadece kocasından boşandığı için eski unvanına dönüyor. Bu iki yüzlülük, çok korkutucu…” dedikten sonra sıkıntılı bir nefes bıraktım. “Çok yanlış!”
“Kadın hakları zırvalarını evde bırakman gerektiğini söylemiştim. Yakında kardeşin evlenecek ve sen hâlâ toplumu eleştirmekle meşgulsün.” Yerdeki korseyi alıp öfkeyle eşyalarımın yanına koydu. “Bunlar için harcayacağın çabayı bir erkekle evlenmek için harcasaydın adın kız kurusuna çıkmazdı!”
“Anne!” Carla’nın annemi uyaran ses tonuna rağmen elbisemin eteklerinden tutup hızla odadan çıktım. Koridordaki merdivenleri ikişer ikişer inip sarayın bize ayrılan bölümündeki bahçeye adım attım. Ciğerlerime derin bir nefes çekerken soğuğun tenime çarpmasına izin verdim.
Eğer susmayıp tartışmaya girersem her zaman aynısı yaşanıyordu. Bu yüzden susmak istiyordum ama kendime engel olamıyordum. Carla, sıklıkla korse takmanın kadınların yaşadığı sorunlar arasında en basiti olduğunu, daha büyük sorunlara odaklanmam gerektiğini söylüyordu. Bir korse bile yaşadıklarımız arasında en basit sorun olmasına rağmen çözülemezken daha büyük sorunları çözebileceğimize inanmasına hayret ediyordum.
Annemin söylediklerini uzun süredir umursamıyordum. Yaşadığı hayal kırıklığı yeni değildi. Yıllardır önce beklediği, sonra istediği şeyleri benden alamamıştı. Tartışmalarımızın çoğunda sessiz kalıyordum ama bazı zamanlar konunun sonunun benim bekârlığıma geleceğini bildiğim için ısrarla devam ettiriyordum yoksa kaçmak için fırsat bulamazdım. Bugün korse takmak istememe rağmen fırsatı değerlendirmiş olduğum gibi.
Bakışlarımı bahçenin tamamında dolaştırıp etrafı kolaçan ettim. Her an biri çıkıp beni içlik gibi duran elbisemle görebilirdi. Toplumun geleneklerine baş kaldırmak isteyen yanım çıplak bir şekilde sarayın içinde koşmamı söylese de, ailemi düşünen vicdanlı yanım kendimi saklamam gerektiğini bağırıyordu.
Beyaz terliklerim taş zemine çarptıkça çok yüksek ses çıkardığı için çimlerin üstüne geçtim. Kollarımı göğsümde birleştirip meme uçlarımı ortaya çıkaran elbiseyi kapatmaya çalıştım. Keşke çıkmadan önce kürkümü omuzlarıma alsaydım. Şu an kendimi biraz çıplak hissediyordum.
Ağaçların daha sık olduğu yere doğru ilerlerken sarayın bahçesini sınırlandıran duvarı bulmaya çalıştım. Damon, güneş tam tepedeyken beni duvarın yanında bekleyeceğini söylemişti. Soğuğa rağmen çiçek açmayı başaran ağaçların dalları arasından duvara doğru yaklaştım.
Kulağıma bahçenin içinden bir kuş sesi geldiğinde uzun saçlarımı geriye doğru atıp o tarafa döndüm. Islık sesini andıran kuş sesini tekrar duyduğumda yavaş adımlarla sesi takip ettim. Damon, geldiğini haber vermek için her zaman bu sesi kullanırdı.
Beni gördüğünde yarım bir gülümsemeyle bedenimi baştan aşağıya süzdü. Tek kaşını kaldırıp, “Gittikçe soyunuyorsun,” diye fısıldadıktan sonra ekledi. “Gerçi buna itirazım olmaz.”
“Damon! Gözlerine dikkat et!” Dişlerimin arasından öfkeyle konuştuğumda gülümsemesi daha da arttı.
“Daha önce görmediğim bir şey değil.” Omuz silktikten sonra elini cebine koydu.
“O…” derken dilim tutulmuştu. Yıllar önce evimizin yakınlarındaki bir gölde tek başıma çıplak bir şekilde yüzerken beni yakalamıştı. Bedenimi bilerek ona açmamıştım. “O bir kazaydı.”
Damon, “O zaman hayatımın en güzel kazasıydı,” deyip bana doğru yaklaştı. Omzumda duran bir tutam saçı parmaklarına doladı.
“Kutuyu getirdin mi?” Konuyu hızla değiştirmeye çalıştım.
Kahverengi gözleri bir an gözlerimle birleşti. Saçımı göğsümün üstüne bıraktıktan sonra elini cebine soktu ve bir kutu çıkardı. Ellerimi heyecanla kutuya uzattığımda Damon kutuyu havaya kaldırıp benden uzaklaştırdı. Dudaklarımın arasından minik bir inilti dökülürken eline uzanmaya çalıştım. Boyu çok uzun olduğu için kutuya yetişemedim.
“Kutuyu verir misin?” dediğimde eski neşeli hâline geri döndü.
“Beni kullanıyormuşsun gibi hissediyorum, Leydi Maureen.” Yakınlarım dışında hiç kimse bana ikinci ismimle seslenmezdi. Damon ise özellikle ikinci ismimi kullanır hatta bazen Reen diye kısaltırdı.
“Senin de beni kullandığın gibi.” Aynı şekilde karşılık verip avucumu açtığım elimi aramıza uzattım. Kutuyu avuçlarıma bırakması için birkaç saniye beklediğimde Damon pes etti ve yavaşça kutuyu elime koydu.
Dikkatim Damon’dan hızla uzaklaşıp kutuya döndü. Beyaz kutunun üzeri altın sarısı boyalar ve beyaz incilerle süslenmişti. Avucum kadar minik olduğu için zarif gözükse de, işlemeleri sayesinde kendine özgü bir ihtişamı vardı. Kutunun kapağını açmak üzereyken bahçenin ilerisinden bir adamın sesinin geldiğini duydum.
“Kim var orada?”
Damon parmaklarını yanağıma uzatıp sadece bir saniye okşadıktan sonra arkasını dönüp hızla duvara doğru ilerledi. Arkadaşımı bir daha ne zaman görebileceğimi bilmediğim için minik vedası şimdiden yetersiz gelmişti.
Elimdeki kutuyu aceleyle açıp içindeki kolyenin yanında duran onlarca parçaya katlanmış minik kâğıdı aldım. Arkamdaki adamın bir ses duymadığında gideceğini düşünsem de kendimi riske atmayacaktım. Eteğimi hızla yukarı kaldırdım ve kâğıdı bacaklarımı saran çorabın arasına sıkıştırdım. Kutuyu tekrar kapatıp avucumun içine saklayarak ağaçların arasından yavaş adımlarla dışarı çıktım.
Sağ tarafta beni bekleyen adamı gördüğümde adımlarım durdu. Buz gibi mavi gözler bedenimi baştan aşağıya süzerken bakışlarımı adamın yüzünden ayıramadım. Hiç kimsenin benim kadar soluk beyaz bir tene sahip olamayacağın düşünürdüm ama onun açık teni âdeta bir heykeli andırıyordu.
Beyazdı. Sadece beyaz.
Teninde tek kusur bile yoktu, bulutların arasından hafifçe sızan güneş sayesinde teni parlıyordu. Bir şey hariç baştan aşağıya beyazlar içindeydi. Omuzlarına doğru gelen ince siyah saçları vardı ve saçları buz mavisi gözlerini daha da ortaya çıkarıyordu.
“Dışarıda bunun için idam edilebilirsiniz.”
Sesini duyduğum an nefes almayı bıraktım. Bir kralı andıran duruşu ve bakışlarına sesi de eklendiğinde ona itaat etmek zorundaymışım gibi hissettim. Tüm tüylerimi ürpertecek kadar sert olan sesi sayesinde istediği her şeyi yapabilirdim.
İradem yavaşça yok olurken bakışlarımı ondan kaçırdım. “Özür dilerim,” dediğimde kendime inanamadım. Bahçenin çimlerini incelerken bir an önce oradan uzaklaşmak istiyordum. Bir hata yapmamıştım ve ondan özür dilememeliydim. Buna rağmen iliklerime kadar suçlu hissediyordum.
Eğer bir erkeğin gözlerinin içine açık bir şekilde bakarsanız ceza alırdınız. Eskiden kadınlar sadece bunun için bile idam edilirdi. Oysa ben bu adama baktığım an ölümle yaşam arasında ince bir çizgide kalmıştım.
“Bu şekilde dışarıda gezmeniz uygunsuz.” Sesini tekrar duyduğumda sarı saçlarımı sırtımdan alıp göğsüme doğru bıraktım. Kollarımı bedenime dolayıp oradan uzaklaşmak için bir adım attım.
“Bir kuş sesi duyduğumu sanmıştım.” Susması için yalvarabilirdim. Eğer hemen şu an susarsa her istediğini yapabilirdim.
“Kutunun içinde ne var, leydi…” dedikten sonra duraksadı. İsmimi söylemem için talepkâr bir şekilde beklerken yaptığım tek şey beyaz pantolonunu ve ayakkabılarını izlemekti.
Bir çığlık sesi duyduğumda başımı telaşla yerden kaldırıp yanımda duran adama çevirdim. Az önce indiğim merdivenlerden bir çığlık sesi daha geldiğinde sarayın bize ayrılan bölümüne doğru koşmaya başladım. Eteklerimi havaya kaldırıp merdivenlerden hızla çıkarken adamın arkamdan geldiğini duydum.
Annemin acı dolu haykırışlarının olabilecek onlarca nedeni beynimin içinden geçerken asıl sebebi öğrenmek için kapıya doğru yaklaştım.
“Kraliyet ailesinden hiç kimse bakire olmayan bir kadınla evlenemez!”
Kapının kulpunu tutan elim, duyduğum cümleyle hareketsiz kaldı. “Sen bunu bize nasıl yaparsın? Düğüne sadece günler kala böyle bir şeyi nasıl söylersin?”
Şaşkınlık tüm bedenimi ele geçirirken benimle birlikte kapının önünde duran adama döndüm. “Git buradan!” diye bağırdığımda o da benim gibi şaşkınlığını gizleyememişti. Kendine gelmesi için omuzlarından geri doğru ittirdim. “Git!”
İçeriden bir bedene çarptığını tahmin ettiğim sert bir ses duyduğumda, annemin birini dövdüğünü anladım. Adam merdivenlere doğru ilerlerken kapıyı açıp içeri girdim.
“Yalan söylüyorsun!” Annem Nancy’nin ipek gibi saçlarını parmaklarına dolamıştı. Kardeşim kendini savunmadan annemin onu dövmesine izin verirken Carla annemi tutmaya çalışıyordu.
“Evlenmemek için yalan söylüyorsun! Eğer bakire olmazsan seni evlendiremeyeceğimizi biliyorsun!”
Öne doğru atılıp, “Anne! Dur!” diye bağırdım. Annem sanki bir güç onu ele geçirmiş gibi aniden durup bana döndü. Nancy'nin saçlarını bırakıp üzerime doğru yürüdü.
“Hayır, anne!” derken ağlayan kişi Carla’ydı. Dik bir şekilde annemin karşısında durup birazdan gelecek darbeye kendimi hazırladım.
“Senin yüzünden!” Bunun olacağını biliyordum. “Onun aklına girdin! Kendin evde kaldın diye kardeşini de aynı bataklığa sürüklüyorsun. Kadın hakları zırvalıklarınla kızın beynini yıkadın!”
Nefes almadan konuşup beni suçlarken bir anda ağlamaya başladı. Yanaklarından yaşlar akarken tam karşımda durdu. “Bana bunu neden yapıyorsunuz? Ailemize bunu neden yapıyorsunuz?”
Ellerimi yumruk yapıp sıktığımda sağ elimde tuttuğum kutunun incileri canımı yaktı. “Neden Sheran ismine leke sürmek için çabalıyorsunuz?” Annem ellerini saçlarının arasından geçirip dizlerinin üstüne çöktü. Hıçkırarak ağlarken Carla onunla beraber yere oturup anneme destek olmaya çalıştı.
En son bıraktığım yerde oturan Nancy’nin yanına doğru ilerlerken ikizlerin bir köşede ağladığını fark ettim. Şu an hiç kimse Nancy kadar umurumda olmadığı için kardeşimin yanına oturup elimdeki kutuyu koltuğun kenarına bırakarak kollarımı kardeşimin bedenine doladım.
Nancy başını göğsüme yaslayıp ağlamaya devam etti. Annemin karıştırdığı saçlarını okşarken kendimi tutuyordum. Kardeşim bakire olmadığı ya da evlenmek istemediği için değil, bir oda dolusu kadının basit bir konu yüzünden kendini hırpalamasına dayanamadığım için gözyaşlarına boğulmak üzereydim.
Kraliyet ailesine göre erkeklerinin bakire olmayan bir kadınla evlenmeleri onları sonsuza dek lanetlerdi. Evlenecekleri kadının el değmemiş ve temiz olması gerekirdi. Bu ülkede bakire bir kadın olmadığınızda kirli sayılırdınız. Oysa ben kadınların bu düşüncelerin hepsinden daha temiz olduklarına emindim.
Sadece kraliyet ailesi değil, ülkedeki tüm bakire olmayan kadınlar çürük sayılır ve bir kenara atılırdı. Eskiden kadınlar gizlice ilişkiye girdiklerinde ya da erkekleri bekaretleriyle kandırdıklarında öldürülürlerdi. Zaman zaman bazı köylerde aynı geleneklerin devam ettiği görülse de artık sadece ceza alıyorlardı.
İdamların son bulmasına sebep olan çok büyük bir güç vardı. Günümüzden yüz yıl öncesinde cadı Circe, tüm dünyayı bebeği Pandora ile lanetlemişti. Pandora’nın soyundan gelen her çocuk güçlü bir cadı veya büyücü olarak doğmuş ve kendilerine zarar veren erkekleri öldürmüşlerdi. Erkekler, kadınların güçlenip kendilerini katlettiğini fark ettiğinde verdikleri zararı azaltmışlardı. Tam olarak son bulmasa da idamların önüne geçilmişti.
Pandora’nın laneti ülkenin dört bir yanında bir efsane olarak görülse de, yüzlerce bebek ellerinde güçlerle beraber doğmaya devam ediyordu. Hatta bunların arasında kraliyet ailesi de vardı. Buz Kraliçesi’nin, Pandora’nın soyundan geldiği anlatılıyor ve hem kendisi hem de çocuklarının bu güce sahip olduğu konuşuluyordu.
Söylenenlere göre kadınlar bekâretini kaybettiklerinde içlerindeki güce ulaşabiliyorlardı. Onlara bir erkeğin dokunduğu ilk an, bir cadıya dönüşüyorlardı. Kraliçe Vivian’in de kralla olan ilk birlikteliğinde güce kavuştuğu anlatılıyordu. Bu cadılar eski yıllarda yakılarak öldürülseler de, artık çoğu gizli bir şekilde yaşamını sürdürüyordu. Bir kraliçeyi öldürmek mümkün olmadığı için Vivian sarayda hayatına rahatça devam ediyordu.
Buz Krallığı sarayının içindeyken bir erkeğin gözlerinin içine bakabilirdiniz. Eğer sarayın dışındaysanız bir erkekle göz göze gelemezdiniz. Başınızı yukarı bile kaldıramazdınız. Sarayın içinde göğüs dekolteli elbiseler giyebilir, saçlarınızı simlerle süsleyip makyaj yapabilirdiniz ama dışarıda dikkat çekecek şekilde giyinemezdiniz.
Krallık, kendi koyduğu kurallara kendisi uymazken bir halkın uymasını bekliyordu. Acınası bir durumdu ama halk da körü körüne bu kuralları uyguluyordu.
Annem ve Carla odadan ağlayarak çıkarken bir köşede şaşkınlık içinde oturan ikizlere baktım. Başımla kapıyı gösterip çıkmalarını istediğimde yerlerinden kalkıp bizi odada Nancy ile yalnız bıraktılar.
“Ağlama,” diye fısıldarken Nancy burnunu çekiyordu. Gözyaşları göğsümde bir çukur açmıştı. Acı dolu hisleri kalbimin tam ortasına akıyordu.
Onu geriye doğru çekip ellerimi yanaklarına koydum. Yanağından akan yaşları silip benden kaçırdığı gözlerini bana bakması için zorladım. Kaşlarımı çatarak, “Utanıyor musun?” diye sordum.
Başını yukarı aşağıya salladığında kızgın bir ses tonuyla konuştum. “Sen utanılacak bir şey yapmadın.” Gözyaşları parmaklarımın arasından hızla akarken tüm dünyadan nefret ettim. “Kuralları sen koymadın. Hayatını diğer insanların kurallarına göre yaşamak zorunda değilsin.”
Beni anlaması için bir süre bekledim. Gözyaşları yavaşladığında hıçkırıkları arasından, “Evlenmek istiyordum,” dedi. “Annem istemediğimi söylüyor ama ben prenses olmak istiyordum.”
Geçmiş zamanda konuşması canımı sıkıyordu. Hâlâ evlenebilirdi.
“Daha önce hiç görmediğin bir prens için çok fazla gözyaşı döküyorsun. Belki de prens hayallerini süsleyen kişi değildir. Belki de her şeyi içimizde fazla büyütüyoruzdur.”
“Hiçbir hikâyede prensler çirkin ve kötü olmaz,” dediğinde tanımadığı bir adamı savunduğu için kızmama rağmen ona belli etmemeye çalıştım.
“Onlar birer peri masalı. Gerçek hayat her zaman daha acımasız.”
Nancy’yi kendime doğru çekip tekrar sarıldım. O üzüldüğünde kalbimden bir parça kopuyordu. Eğer ben üzülseydim bunu belli etmemek ya da üstesinden gelmek için farklı yollar bulabilirdim ama sevdiğim bir insan gözümün önünde parçalara ayrılırken hiçbir şey yapamıyordum. Elimden bir şeyin gelmediği anlarda hissettiğim çaresizlik, öfkemi artırıyordu.
Kral Benjamin’le babam çok eskiden yakın arkadaşlardı. Benjamin genç bir prens iken babam onun yanında askerdi. Bir kadın yüzünden araları bozulduğunda, Kral Benjamin babamı güneye sürmüştü. Babam yıllarca sefil bir hayat yaşadıktan sonra kral onu affetmişti. Güneyde ona bir kale ve yönetebilmesi için toprak vermişti. Babam o günden sonra Lord George olmuştu ve güneyde yaşayan halk tarafından her zaman çok sevilmişti.
Kral, babamı affederken ondan bir istekte bulundu. Bir kız çocuğu olduğunda kızını kendi oğullarından biriyle evlendirecekti. Kaderin bir oyunu gibi babamın beş kız çocuğu, kralın ise dört erkek çocuğu dünyaya gelmişti. Hayat bir puzzle parçasıydı ve kader eksik parçalarını tamamlayarak ilerliyordu.
Annem en büyük kızı Carla’yı bir prensle evlendirmek istemişti ama geç kalmıştı. Carla hayatının aşkıyla çoktan tanışmış ve evlenmek için babamdan izin almıştı. Annemin tüm itirazlarına rağmen ablam dik durmuş, her zaman kızlarının tarafını tutan babam sayesinde amacına ulaşmıştı.
Ailemizin en büyük ikinci kızı bendim. Annem beni prensle evlendirmek için bir teklifte bile bulunmamıştı. Bir kız çocuğuna yakışmayacak şekilde küçük yaşta evden ayrılıp kuzeye gitmiştim. En iyi okullarda eğitim almak, kariyerimde başarılı olmak istediğim ve evlenmek istemediğim için erken yaşta listeden silinmiştim.
Ortanca kardeşimiz Nancy ise âdeta prensle evlenmek için doğmuştu. Annem onu küçüklüğünden itibaren bir leydi gibi yetiştirmiş, sarayın tüm adabını öğretmiş ve elinden her iş gelmesi için çabalamıştı. Tüm yatırımını bir kız çocuğu üzerine yaptıktan sonra onun kendisini hayal kırıklığına uğratmış olması canını fazla yakıyordu.
Nancy sadece on sekiz yaşındaydı. Annem onun üzerine yaşından büyük sorumluluklar yüklemişti. Kuzeye geldiğinden beri yaptığı tek şey titremek olan kardeşimin evlenmekten korktuğu en başından belliydi. Şimdi yalan söylemesini doğal buluyordum.
“Yalan söylemiyorum.”
Göğsümden yükselen sesin söylediği iki kelimeyi şaşkınlıkla dinlerken kardeşim benden uzaklaşıp gözlerime baktı. “Korktuğum için hiçbir zaman söyleyemedim. Ben bakire değilim.” Yanaklarında kurumaya başlayan yaşları silerken ağlamayı bıraktı.
İnanamayan bir ifadeyle, “Nasıl?” diye sordum.
“Bir şekilde ortaya çıkacağını hep biliyordum. Beni evlendireceğini söylediğinden beri tek korkum bu gerçeği nasıl açıklayacağımdı. Yolculuk boyunca tedirginlikten öleceğim sandım. Günler sonra düğün var ve ben bu yükü daha fazla taşıyamazdım.”
“Bakire olmak ne demek biliyorsun, değil mi?” Karşımda akılsız bir kız varmış gibi bakıyordum. “Yani gerçekten bahsettiğimiz şeyden haberdar mısın?”
Tekrar ağlamaya başlarken başını sallamakla yetindi. “Kimle? Ne zaman?” diye sormaya başladım. Sessiz kaldığında, “Âşık mı oldun? Sevdiğin biri mi var?” diye devam ettim.
Yüzünü ellerinin arasına koyarak hıçkırdığında bileklerinden tuttum. “Utanma, Nancy.” Ellerini yüzünden çekip bana bakması için çabaladım. “Bana her şeyi anlatabileceğini biliyorsun.” Bakışlarını ısrarla benden kaçırdığında sabrımın sınırları zorlanıyordu.
Ağlamak üzereyken, “Lütfen,” diye fısıldadım. “Bu şekilde olmana dayanamıyorum. Bana daha fazla acı çektirme.”
“Zorla…” Kelimesi yarım kalırken artık çığlık atarak ağlamaya başlamıştı. Sesi odanın her yerinde yankılanıyordu. “Tecavüz…” diye devam etmeye çalıştığında tuttuğum gözyaşlarımı serbest bırakıp onu kendime çektim.
Bir adama tutulup kendi rızasıyla birlikte olduğunu düşünürken duyduklarım karşısında donup kaldım. Tepkimi belli etmemek için hareket dahi etmeden sadece ona sarılıp ağladım. Damarlarımda gezinen kanın akışı durdu. Buz Krallığı’nın buzlarından bile daha soğuk olan kanım bedenimi yaktı.
Aklımdan binlerce düşünce geçerken Nancy’yi uyuması için ikna ettim. Yaşadıkları bu kadar ağırken daha fazla soru sormayacak ve üstüne gitmeyecektim. Kollarımın arasında uyumasını beklerken zihnimde ona dokunan adamı öldürmek için yüzlerce farklı plan yapıyordum.
Yanaklarımdan akan yaşlar hızını gittikçe azaltırken Nancy’nin uyuduğunu hissettim. Bir elimi genç kızın sırtına koyup diğer elimle başından tutarak oturduğumuz koltuğa doğru uzanmasına yardımcı oldum. Başının altına bir yastık yerleştirip üzerine yorgan serdikten sonra yavaş adımlarla odadan çıktım.
Bir an önce babamı bulup kardeşimin yaşadıklarını ona anlatmam gerekiyordu. O adamı bulup intikamımızı almak için plan yapmalıydık. Koridorda bulunan diğer odaları tek tek gezdiğimde hepsinden elim boş döndüm. Son bir odanın önüne gelmiştim ki kapının arkasından duyduklarım duraksamama sebep oldu.
Annem, “Stella, Alexa'ya göre daha olgun. O evlenebilir,” dedi.
“İkizler daha sekiz yaşında Rachel! Ne söylediğinin farkında mısın?” Babam kardeşlerimi savunduğunda annemin prense yeni bir eş bulmaya çalıştığını anladım.
Uzun bir sessizlik olduğunda, diğer odada acılar içinde yatan kardeşimi umursamadan prense yeni bir eş aradıkları için öfkelendim. Kapıyı açmak için bir hamle yapacağım sırada babam konuştu.
“Maureen, prensle evlenecek ve krala verdiğimiz sözü tutacağız.”
Yanlış duyduğumu düşünerek gülümsedim. Odanın kapısını sonuna kadar açıp içeri girdim. Bakışlarım annemin kızaran gözlerinden uzaklaşıp babamı buldu. Söylediğinde ciddi olup olmadığını anlamak istercesine yüzünü inceledim.
Babam bakışlarını benden kaçırdı.
George Sheran bakışlarını asla kaçırmazdı.
Ben Megan Maureen Sheran, asla evlenmeyeceğine dair tanrılar üzerine yemin etmiş kadın, az önce babası tarafından bir prensle nişanlandırılmıştım.